Rüzgâr ve güneşten üretilen enerji, tarihte ilk kez kömürü geride bıraktı. Bu, Sanayi Devrimi’nden bu yana kurulan enerji yapısının çatırdadığı bir dönüm noktası. Ancak temiz enerjinin kimyası nadir elementler madenciliğine dayalı ve bu kapasitenin yüzde 85’i Çin’in elinde.
Kısacası “rekabet doğal boru hatlarında değil laboratuvarlarda” genelge; güç “enerji aklının kimde olduğunda” toplanıyor.
2. Türkiye’nin konumu: “Kritik madenlerin biriktirdiği güç altında değil, zihnin derinliklerinde aranıyor.” Türkiye ise “kendini hâlâ madenle tanımlıyor; özgür çağ, madeni sağlananların değil dönüştürülenlerin çağında.” “Yeşil dönüşüm” oluşturma bir vizyonla değil, “propaganda alanı olarak” yürütülüyor. Oysa “bir ülke doğasını kaydederek enerji üretilemez, çünkü enerji üretimi aynı zamanda anlam üretimidir.” “Türkiye’nin zenginliği altında değil, keşfedilmemiş kurumsal aklında.” Küresel enerji tarihinde bir çağ kapanıyor. Ember’in küresel elektrik üretim verilerine göre, 2025’in ilk yarısında rüzgâr ve güneşten üretilen enerji, tarihte ilk kez kömürü geride bıraktı. Bu tek bir istatistik değil, Sanayi Devrimi’nden bu yana kurulmuş enerji mimarisinin çatırdadığı bir dönüm noktası. Çünkü ilk defa, fosil yakıt dışı kaynaklar artık “alternatif enerji” ya da “yedek enerji” olmaktan çıkıp ana akım enerji haline geliyor. Bu geçiş yalnızca üretim teknolojilerini değil, iktisadi rasyonaliteyi ve dış politika zeminini de değiştiriyor. On yıllardır devletlerin büyüme, ticaret ve güvenlik stratejileri kömür, petrol ve gaz üzerine inşa edilmişti. Şimdi bu eksen, karbon molekülünden silisyum hücresine kayıyor. Enerji artık yerin altından değil, gökyüzüyle toprağın kesiştiği yerden geliyor. Ve bu sadece bir yakıt değişimi değil; bir iktidar değişimi anlamına da geliyor. Fakat bu sessiz devrimin arkasında görünmeyen bir ham madde zinciri var. Nadir elementler… Nedir bu nadir ve kritik elementler? Adı üstünde, rare minerals, yani nadir elementler… Ama “nadir” sözcüğü burada yanıltıcı. Çünkü bu elementler doğada az değil, jeologların sık kullandığı ifadeyle, “abundant in the crust, scarce in the market.” Yani yeryüzü kabuğunda bol, ama piyasada az. Onları değerli kılan şey, kıtlıkları değil, ekonomik olarak erişilebilir ve işlenebilir olmamaları. Periyodik tablonun alt sıralarında sessizce duran 17 elementten söz ediyoruz: Lantanyum (La), neodimyum (Nd), praseodim (Pr), terbiyum (Tb), disprosyum (Dy)… İsimleri teknik, ama modern hayatın her zerresinde varlar. Rüzgâr türbinlerinin mıknatısında, elektrikli araç bataryalarında, akıllı telefon ekranlarında, fiber optik kablolarda, hatta savaş uçaklarının radarlarında. Kısacası, bugünün enerji, iletişim ve savunma sistemleri bu elementlerle çalışıyor. Daha mühimi yenilenebilir enerji çağının görünmez gerçeği şu ki doğayı kurtarma iddiasındaki dünya yeni bağımlılığını toprağın kimyasına yazıyor. Fakat bu dönüşümün görünmez aktörleri, yalnızca nadir toprak elementlerinden ibaret değil artık. Adına critical minerals yani “kritik madenler” dediğimiz giderek büyüyen bir stratejik kümeye dönüşmüş durumdalar. Bu yeni kavram kimyasal bir tanımdan çok jeopolitik bir ehemmiyete karşılık düşüyor. Çünkü “kritik” olarak nitelenen madenler, tedariki kesildiğinde enerji üretiminden savunma sanayiine kadar tüm ekonomiyi durdurabilecek unsurlar demek. Dolayısıyla mesele üretim bandında değil siyasette belirleniyor. 21’inci yüzyılın enerjisinin artık kömürden ya da petrolden değil, kimyasal bağlardan üretiliyor olması beraberinde “yeşil enerji”nin ironisini de getiriyor. Çünkü bu dönüşüm doğayı koruma iddiasıyla yürürken, doğayı hiç olmadığı kadar derinlemesine kazmayı da gerektiriyor. Bir rüzgâr türbini inşa etmek için on tonluk çelikten fazlası gerekiyor, o türbinin dönmesini sağlayan mıknatıs için neodimyum (Nd) ve terbiyum (Tb) çıkarılıyor. Bir elektrikli aracın sıfır emisyonlu olması, onun bataryasında kullanılan lityum (Li) ve kobalt (Co) için Güney Amerika’nın tuz göllerinin ya da Kongo’nun madenlerinin delinmediği anlamına gelmiyor. Yani “temiz enerji”nin kimyası hala madenciliğe dayanıyor. Bugün bu minerallerin üretimi birkaç ülkenin elinde yoğunlaşmış durumda. Çin, Avustralya, ABD, Myanmar ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti başı çekiyor. Fakat asıl mesele, cevheri yerin altından çıkarmak değil; onu bilgiye, teknolojiye ve stratejik güce dönüştürebilmek. Nadir elementlerin kaderi, artık jeolojik rezervlerin değil, kimyasal zekânın kimde olduğuyla belirleniyor. Madencilik kısmı sadece başlangıç aslında. Asıl değerin cevherin içindeki atomların birbirinden ayrıldığı o görünmez kimyasal süreçte olduğunu görüyoruz. Tam da bu yüzden rafine etme ve saflaştırma kapasitesi 21’inci yüzyılın enerji ekonomisinde yeni bir para birimine dönüşmüş durumda. Ve bu kapasitenin yaklaşık yüzde 85’i Çin’in elinde. Bu tablo modern enerji düzeninin yalnızca kaynak değil, bilgi jeopolitiği üzerine kurulduğunu gösteriyor. Artık en sert rekabet doğalgaz boru hatlarında değil laboratuvarlarda, toprak paylaşımında değil reaksiyon mühendisliğinde yaşanıyor. ABD, Avrupa ve Japonya, bu asimetrik dengeyi tersine çevirmek için hummalı bir “kritik mineraller stratejisi” yürütüyor. Washington’un Inflation Reduction Act paketinde, yenilenebilir enerji teşviklerinin yanı sıra, maden tedarik zincirlerine yönelik dev yatırımlar var. Ama bu stratejinin özü yalnızca yeni sahalar bulmak değil, Çin’in kimyasal tekelini kırmak. ABD, Avustralya, Kanada ve Şili gibi ülkelerle kurulan “dost tedarik hatları” ekonomik olduğu kadar ideolojik bir tercihi de yansıtıyor. Çünkü bu yarış ham maddeye değil, o maddeyi anlama dönüştürme ve anlamlandırma kapasitesine dayanıyor. Ben bu tabloyu ilk elden, 2023 yılında Washington’da gerçekleştirilen bir uluslararası ekonomi-politik temas programı sırasında yakından görmüştüm. Farklı ülkelerden gelen temsilcilerle birlikte ABD yönetiminin ticaret politikalarını yürüten U.S. Trade Representatives, Senato’nun ilgili komisyonları ve çeşitli ticaret örgütü ve politika enstitüsüne ziyaretler yapmıştık. Görüşmelerin ortak ekseni açıktı: Çin’e bağımlılığı azaltmak, tedarik zinciri dayanıklılığı, kritik maden güvenliği ve yarı iletken üretiminde otonomi. Masadaki dil ise ekonomikten çok stratejikti. ABD, tedarik zincirlerini artık sanayi politikasının değil, ulusal güvenlik mimarisinin bir parçası olarak görüyordu. Toplantılardan birinde, bir senatör danışmanı hafif bir alay tonuyla şöyle demişti: “Biden, Çin konusunda Trump’ın attığı hiçbir adımı geri almadı.” Cümle kısa ama alt metni derindi: “Trump mı, Biden mı fark etmez… Amerika’da artık Çin’den kopuşu bir başkanlık tercihi değil, devlet refleksi olarak görüyoruz.” Bu Washington’un iki kanadında da yani ticaret bürokrasisinde de Senato koridorlarında da paylaşılan sessiz bir mutabakattı. O dönemde hâkim kanaat, Trump gelse bile ticaret politikalarında fazla bir şeyin değişmeyeceği yönündeydi; Çin’e karşı alınan pozisyonun artık partiler üstü, kurumsal bir çizgi olduğu düşünülüyordu. Hoş, öyle olmadı. Çünkü Trump 2.0, ilk döneminden çok daha sert ve ideolojik bir refleksle geri döndü. Biden döneminde stratejik olan şey, Trump döneminde doktriner hale geldi. Türkiye: Maden sahası mı, teknoloji medeniyeti mi? Kritik madenler çağında güç, artık toprağın altında değil, zihnin derinliklerinde aranıyor. Servet, yeryüzü kabuğunun kimyasında değil, insanın kavrama kapasitesinde birikiyor. Çünkü bu yeni enerji düzeninde mesele, kimin neye sahip olduğu değil; sahip olunan kaynağın hangi bilgi, hangi teknoloji ve hangi tahayyül üzerinden anlam kazandığıdır. Maden artık yalnızca jeolojik bir varlık değil, epistemolojik bir sınavdır: Bilgiyle işlenmediğinde doğayı zenginleştirmediği gibi, toplumu da yoksullaştırır. Dünya bu sınavı vermeye çoktan başladı. Amerika, Çin’le yürüttüğü rekabeti ham madde savaşından bilgi savaşına dönüştürdü; Inflation Reduction Act ile yalnızca yenilenebilir yatırımları değil, kritik maden tedarik zincirlerini de ulusal güvenlik politikasının parçası haline getirdi. Avrupa ise, aynı süreci daha rasyonel ama aynı derecede politik bir dille yönetiyor. 2024’te yürürlüğe giren Critical Raw Materials Act, kıtanın ekonomik özerkliğini korumak için enerji jeopolitiğini yeniden tanımladı. Bu düzenleme, AB’nin toplam yıllık tüketiminin en az yüzde 10’unun kendi topraklarında çıkarılması, yüzde 40’ının kendi içinde işlenmesi ve tek bir dış kaynağa bağımlılığın yüzde 65’i geçmemesi şartını getiriyor. Bu yalnızca bir ticaret kuralı değil; stratejik özerklik fikrinin yeni biçimidir. Güç artık enerji arzında değil, enerji aklının kimde olduğunda toplanıyor. Kritik madenler çağında bir ülkenin jeolojisi kaderini belirlemez; o kaderi belirleyen şey, o jeolojiyi hangi kurumsal kapasiteyle, hangi etikle ve hangi entelektüel idrakle yönettiğidir. Artık mesele rezerv değil, o rezervin kim tarafından, hangi değerler sisteminde işlendiği. Bir ülke, doğayı kazandığı kadar, doğayla kurduğu ahlaki sözleşmeyi de yönetmek zorunda. Bu denklemde Türkiye’nin sorunu gecikmekten ziyade yanlış halkada durmak. Kendini hâlâ madenle tanımlıyor; oysa çağ, madeni çıkaranların değil dönüştürenlerin çağı. Eskişehir Beylikova’daki nadir element rezervleri yıllar önce “dünyanın en büyük ikinci sahası” olarak duyuruldu. Ama bu hikâyede, Türkiye’nin bir güç merkezi olmasından çok, ham madde tedarikçisi olarak konumlanmasının öncelikli olduğunu görmek mümkün. Halbuki söylemekten de dilimizde tüy bitti ki bu ülke, toprağı kazdığında yahut üstüne gelişigüzel bina diktiğinde değil, o toprağın kimyasını teknolojiye çevirdiğinde güç kazanır. Bugün dünyanın büyük oyuncuları - Hollanda, Japonya, Güney Kore - kritik maden rezervlerine sahip değil mesela… Ama ASML’nin Hollanda’da, TSMC’nin Tayvan’da, Samsung’un Seul’de kurduğu sistemler, bu madenleri işlenmiş zekâya dönüştürebilen ülkelerin asıl kazananlar olduğunu gösteriyor. ASML, dünyanın en karmaşık çip üretim makinelerini tasarlayarak, maden değil molekül ihraç ediyor. Tayvan, rezervsiz ama vazgeçilmez; çünkü çipi değil, sistemi yönetiyor. Küresel ekonomide artık asıl maden, bilgi zincirinin hangi halkasında durduğunuz anlayacağınız. Türkiye’nin ise bu zincirdeki yeri hâlâ belirsiz. Bir yanda Beylikova’daki sahalar “stratejik koz” olarak sunuluyor, diğer yanda Akbelen’de insanlar kömür için direnirken gözaltına alınıyor. Kömürün hikâyesiyle kritik madenlerin hikâyesi birbirinden ayrı değil. Her ikisinde de devlet, ekonomik kalkınma bahanesiyle doğayı feda ediyor; her ikisinde de yerel halkın sesi bastırılıyor; her ikisinde de “millî enerji” söylemiyle tahribat meşrulaştırılıyor. Eğer yüz yıldır kullandığımız bir enerji biçiminde bile toplumsal rıza üretememişsek, çok daha karmaşık kimyasal süreçler gerektiren kritik madenlerde bunu nasıl başaracağız? Türkiye’nin enerji politikası hâlâ fosil çağın refleksleriyle yönetiliyor: Merkezî, kısa vadeli, sembolik. Yenilenebilir yatırımlar elbette artıyor ama bu artışın arkasında planlı bir dönüşüm değil, kur artışı ve dış finansman baskısı var. Devlet, “yeşil dönüşüm”ü stratejik bir vizyon olarak değil, yeni bir propaganda alanı olarak görüyor. Oysa enerji dönüşümü sadece teknoloji değil; aynı zamanda kurum mühendisliği gerektiriyor. Şeffaflık, veri paylaşımı, uzun vadeli planlama, çevresel denetim ve toplumsal katılım olmadan bu dönüşüm kadük kalacaktır. Dünya hızla yeni enerji zincirlerini inşa ediyor. ABD, Kanada ve Avustralya dost tedarik hatları kurarken; Çin elindeki kimyasal işleme kapasitesini stratejik koz haline getiriyor. Avrupa Birliği, Critical Raw Materials Act ile bağımlılığını sınırlamaya çalışıyor. Türkiye ise bu masada hâlâ hangi koltukta oturduğunu bilmiyor. Maden sahasına sahip olmak, bu oyunda yalnızca başlangıç. Asıl mesele, o madeni teknolojiye, o teknolojiyi sanayiye, o sanayiyi de bir medeniyet vizyonuna dönüştürebilmek. Eğer Beylikova gibi sahalarda çıkarılacak madenler çevresel standartlarla işlenebilir, yerli sanayiye entegre edilebilir ve stratejik bir vizyona bağlanabilirse, bu yalnızca bir ihracat fırsatı değil; Türkiye için kurumsal yeniden doğuş olur. Ama bu dönüşüm yalnızca teknik değil, etik bir sınavdır. Bir ülke, doğayı tahrip ederek enerji üretemez, çünkü enerji üretimi aynı zamanda anlam üretimidir. Doğanın hakkını koruyamayan bir devlet, sürdürülebilirliğin değil yalnızca istismarın aktörü olur. Bugün Türkiye’nin enerji dönüşümüne uyum sağlayamaması ekonomik bir yetersizlikten çok, siyasal türbülans meselesidir. Kurumların itibarı zayıfladığında hiçbir yatırım uzun vadeli olamaz. Hukukun öngörülebilir olmadığı, çevre raporlarının politik olduğu, yerel yönetimlerin devre dışı bırakıldığı bir ülkede “sürdürülebilir kalkınma” yalnızca bir slogandır. Enerji bağımsızlığı artık doğalgaz hattı çekmekle değil, bilgi ve malzeme üretiminde kendi zincirini kurmakla ölçülüyor. Bu zincirin bir halkasında bile eksik kalırsan, başka bir gücün ekosistemine mahkûm olursun. Kritik madenler çağında ülkeler artık kaynak zengini ya da fakiri olarak değil, teknoloji medeniyeti olup olmamakla ayrışıyor. Çin’in kimyasal üstünlüğü laboratuvarlarının çokluğundan değil, planlama disiplininden geliyor. Hollanda’nın gücü, madeninden değil, soyutlama kapasitesinden. Türkiye’nin zenginliği ise toprağın altında değil, hâlâ keşfedilmemiş kurumsal aklında. Ama o akıl, bilimle iktidar arasındaki mesafe korunmadıkça serpilemez. Dünya enerji sistemini yeniden kurarken Türkiye hâlâ kömürün gölgesinde politika yapıyor.
İnsanlığın kritik madenlere bağımlılığı artarken, bizde nadirleşen asıl şey, aklın kendisi.
Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde.” •
